Osmanlı Geçmişini Unutmak Araplara Hiçbir Fayda Sağlamadı

Mostafa Minawi

Cornell Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

Çeviri: ali güneş, gunesali1@gmail.com

Kaynak:

https://www.aljazeera.com/opinions/2023/8/20/forgetting-the-ottoman-past-has-done-the-arabs-no-good

 

Bir Osmanlı İmparatorluğu tarihçisi olarak, milyonlarca insanı kendi yakın geçmişlerinden koparmanın suç olduğuna inanıyorum.

Emperyalizm, Arap dünyasında ele alınması gereken zor bir konudur. Bu kelime Fransız ve İngiliz sömürgeciliğinin yanı sıra günümüzün yerleşimci kolonisi İsrail'i çağrıştırıyor. Ancak emperyal yönetimin daha yerli ve uzun süreli bir biçimi olan Osmanlı emperyalizmi genellikle çağdaş tarih tartışmalarının dışında bırakılmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine geçen bazı devletler, Osmanlı yönetimini yerel müfredatta basitçe Osmanlı veya Türk “işgali” olarak özetlemeyi seçerken, diğerleri yerel düzeyde popüler olarak satın alınmaya devam eden ve iyi prova edilmiş “Osmanlı vahşeti” mecazlarını tekrarlamaktadırlar.

Suriye ve Lübnan gibi yerlerde muhtemelen en iyi bilinen Osmanlı yetkilisi, "el-Saffah" (Kasap) lakaplı askeri komutan Ahmed Cemal (Jamal) Paşa'dır. Savaş zamanında Suriye ve Beyrut vilayetlerinde yürüttüğü valilik, siyasi şiddet, Arap-Osmanlı siyasetçi ve entelektüellerin idamı gibi önemli olaylara damgasını vurmuş ve Osmanlı yönetiminin sembolü olarak toplumsal hafızada yer etmiştir.

Ancak tarihçi Salim Tamari’nin de belirttiği gibi, “Osmanlı dönemindeki dört asırlık göreceli barış ve dinamik faaliyeti” “Suriye’de Ahmet Cemal Paşa'nın askeri diktatörlüğüyle sembolize edilen dört zulüm yılına” indirgemek yanlıştır.

Gerçekten de Arap dünyasındaki Osmanlı emperyal tarihi bir “Türk işgali” ya da “yabancı boyunduruğu” gibi dar görüşe indirgenemez. Bu 400 yıllık tarihi, 1516'dan 1917'ye kadar, emperyal yönetimin yerli bir biçimi olduğu gerçeğiyle yüzleşmeden ele alamayız.

İmparatorluk yönetici sınıfının üyelerinin önemli bir kısmı, Beyrut'un Malhames ve Şam'ın el-Azms gibi imparatorluğun Arapça konuşulan çoğunluk bölgelerinden gelen Arap Osmanlılardı. Onlar ve diğerleri, bölgede ve imparatorluk genelinde emperyal Osmanlı yönetimini tasarlayan, planlayan, uygulayan ve destekleyen Osmanlı imparatorluk projesinin aktif üyeleriydi.

El-Azms, birkaç nesil boyunca Suriye valiliği de dahil olmak üzere imparatorluğun Levanten eyaletlerinde en yüksek mevkilerden bazılarına sahip oldular. Ailenin Azmzadeler olarak bilinen İstanbul kolu da sarayda, çeşitli bakanlıklarda ve komisyonlarda ve daha sonra II. Abdülhamid döneminde ve ikinci Osmanlı meşrutiyet döneminde Osmanlı parlamentosunda kilit pozisyonlarda yer aldılar. Malhameler ise, İstanbul, Beyrut, Sofya ve Paris gibi şehirlerde ticari ve siyasi güç simsarları olarak hareket ediyorlardı.

Birçok Arap Osmanlı, imparatorluğa daha kapsayıcı bir vatandaşlık kavramı ve temsili siyasi katılım getirmek için sonuna kadar mücadele etti. Bu durum özellikle Tanzimat olarak adlandırılan modernleşme döneminin bir parçası olan 19. yüzyılın ilk yarısındaki kapsamlı merkezileşme reformlarından sonra yetişen nesil için geçerliydi.

Bunlardan bazıları, sultan adına Avrupa, Rusya ve Afrika'daki emperyal muhataplarla müzakere eden diplomatlardandı. Yine bunlardan bazıları  İstanbul'da halk sağlığı önlemlerinin uygulanması, Arap Yarımadası'ndaki Hicaz bölgesini ile Suriye’yi başkente bağlayan bir demiryolunun inşası gibi büyük imparatorluk projelerini planlayan ve yürüten danışmanlara kadar değişen pozisyonlarda görev aldılar.

En idealist haliyle, tüm etnik ve resmi olarak tanınan dini grupları kucaklayan ve anakronik görünme riskini göze alarak çok kültürlü bir emperyal aidiyet nosyonu olarak tanımlanabilecek bir aidiyet biçimi öngören bir Osmanlı vatandaşlığı hayal ettiler. Ancak etnik-milliyetçiliğin Osmanlıların benlik algısını etkilemeye başladığından, bu hiçbir zaman gerçekleşmeyen bir vizyondu.

Birçok Arap Osmanlı, I. Dünya Savaşı sırasında imparatorluğun çöküşüyle dünyaları yıkılana kadar bu uğurda savaşmaya devam etti.

Ortadoğu'daki savaşın dehşeti, ardından gelen sömürgeci işgal ve bölge halklarını Batı destekli ulus devletler inşa etmek için çabalamaları travmatik olaylardandır.

Ulus devlet inşası, dar bir etnik-dinsel ulus anlayışının bölgeye hâkim olması, yüzyıllardır bir norm olan çok kültürlü kimliklerin bir kenara itilmesiyle gerçekleşti. Eski Osmanlı yetkilileri, Fransız ve İngiliz sömürgeciliği karşısında kendilerini Arap, Suriyeli ya da Lübnanlı vb. ulusal liderler olarak yeniden tanıtmak zorunda kaldılar. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki diğer görevlerinin yanı sıra Osmanlı Evkaf Bakanlığı'nda genel müfettişlik görevinde bulunan ve 1930'larda Suriye'nin başbakanı olarak görev yapan Haqqi al-Azm bunun önde gelen örneklerinden biridir.

Etnik-ulusal bir geleceğe dair bu vizyonlar, yakın Osmanlı geçmişinin “unutulmasını” gerektiriyordu. Hayali ilkel ulusların anlatıları, hayatlarının bir bölümünü farklı bir jeopolitik gerçeklikte yaşamış ve anladıkları tek gerçekliğin kaybını kabul etmeleri için asla yer verilmeyecek olan büyük büyük ebeveynlerimizin ve onların ebeveynlerinin hikayelerine yer bırakmadı.

Bunlar, Bader Doghan (Doğan) ve Abd al-Ghani Uthman (Osman) gibi sıradan insanların hikayeleri; Beyrut'ta doğup büyüyen ancak ulusal sınırların yükselişiyle dünya deneyimlerine son verene kadar Beyrut, Şam ve Yafa arasında zanaatkar olarak yinelenen bir hayat yaşayan büyük büyükbabalarımızın hikayeleri. Birçok Arap Osmanlı, I. Dünya Savaşı sırasında imparatorluğun çöküşüyle dünyaları yıkılana kadar bu hikayeler uğurunda savaşmaya devam etti.

Bunlar aynı zamanda el-Halidiler ve el-Abidler gibi daha iyi bilinen ailelerin, İstanbul'u evleri olarak gören ancak Halep, Kudüs ve Şam'da hanelerini ve ailevi bağlantılarını sürdüren önemli Arap-Osmanlı siyasi ailelerinin hikayeleridir. Yüzyıllar boyunca bir imparatorluk tahayyülü ve daha geniş bir bölgesel kozmoloji içinde var olan bu ailelerin ve topluluklarının hikayeleri genellikle resmî belgelerde indirgemeci ve küçümseyici bir şekilde özetlendi.

Yakın tarihlerinin yerini, “Türk’ü yabancı bir Öteki, Arap İsyanını bir kurtuluş savaşı ve Batılı sömürgeci işgali de Avrupa'nın hasta adamının parçalanmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak resmeden kısa bir özet aldı.”

Tarihin bu şekilde silinmesi tehlikeli değilse bile son derece sorunludur.

Filistin ve Lübnan kökenli bir Osmanlı İmparatorluğu tarihçisi olarak, istikrarsız bir ulus-devlet oluşumunu korumak adına milyonlarca insanı kendi yakın geçmişlerinden, atalarının, köylerinin, kasabalarının ve şehirlerinin hikayelerinden koparmanın en az bir suç olduğuna inanıyorum. Bölge halkı tarihsel gerçekliğinden koparıldı ve politikacıların ve milliyetçi tarihçilerin sahte anlatılarına karşı savunmasız bırakıldı.

Osmanlı tarihini, Arapça konuşulan toprakların sakinlerinin yerel tarihi olarak yeniden sahiplenmemiz gerekiyor. Çünkü yakın geçmişi sahiplenmez ve açıklamazsak, bugün karşı karşıya olduğumuz sorunları tüm zamansal ve bölgesel boyutlarıyla gerçekten anlamamız mümkün olmayacaktır.

Yerel tarih öğrencilerine yakın dönem Osmanlı gerçekliğini araştırma, yazma ve analiz etme çağrısı, hiçbir şekilde görkemli veya uyumlu bir imparatorluk geçmişinin hayali günlerine dönmek için nostaljik bir çağrı değildir. Aslında bunun tam tersidir.

Bu, Ortadoğu'nun Arapça konuşulan bölgelerindeki insanların da yaratıcısı olduğu iyi, kötü ve aslında çok çirkin emperyal geçmişi ortaya çıkarmak ve bunlarla yüzleşmek için bir çağrıdır. Trablus, Halep ve Basra gibi Osmanlı döneminde gelişen şehirlerin insanlarının uzun ve hikayeli tarihleri yeniden yazılmadı.

İmparatorluğun sona ermesinin üzerinden 100 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Güneydoğu Avrupa arasındaki köklü ve samimi bağların silinmesinin neden devam ettiğini ve bu silinmeden kimin fayda sağladığını anlamak da önemlidir. Kendimize şu soruyu sormalıyız: Arapça konuşan çoğunluk ülkelerinden araştırmacılar Fransız ve İngiliz imparatorluk arşivlerini sık sık ziyaret ederken, neden İstanbul'daki Osmanlı imparatorluk arşivlerinde ya da eski taşra başkentlerindeki yerel arşivlerde hazır bulunan dört yüzyıllık kayıtlardan yararlanmak için Osmanlıca öğrenmek için zaman ya da kaynak harcamıyorlar?

Osmanlıca-Türkçe ve Osmanlı geçmişinin yalnızca Türk ulusal tarih yazımına ait olduğu milliyetçi tarih anlayışını mı benimsedik? Hâlâ Arap ülkeleri ile Türkiye arasındaki bölgesel gerilimlerin yükselip alçaldığı bir yüzyıllık dar görüşlü siyasi çıkarların kurbanı mıyız?

Osmanlıca-Türkçe milyonlarca kayıt, Arapça konuşan çoğunluktaki dünyanın dört bir yanından öğrencileri hem yerel hem de imparatorluk düzeyindeki tüm kaynakları kullanan ciddi araştırmalara kapısını açmış bekliyor.

Son olarak, Doha, Kahire ve Beyrut gibi mükemmel yüksek öğrenim kurumlarının yoğun olduğu şehirlerde Osmanlı tarihiyle ilgili disiplin ve dil eğitimi almış yerel tarihçi ve öğrenci sayısı endişe verici derecede düşüktür; hatta bazı üniversitelerde bu tür kadrolar bile yoktur. Bölgedeki yüksek öğrenim kurumlarının Osmanlı tarihine yerel tarih olarak sahip çıkmaya başlamasının ve ihmal edilmiş bu geçmişi ortaya çıkarmak ve analiz etmek isteyen akademisyen ve öğrencileri desteklemesinin tam zamanıdır. Zira kendi tarihimizi araştırmaya ve yazmaya yatırım yapmazsak, anlatılarımızı, insanlarımızı hikayelerinin merkezine koymayan çeşitli çıkarlara ve gündemlere teslim etmiş oluruz.

Comments

Popular posts from this blog